Fethullah Gülen Hocaefendi’nin vaazlarını 1980’lerden beri büyük bir hazla dinliyorum. Vaazlarındaki belagattan büyük keyif alıyorum. Hocaefendinin WHS kasetleriyle büyüdük desem yerindedir.   

Hocaefendinin Türkiye’nin tanıtımında “devlet adına yürütmüş olduğu” çalışmaların ne kadar önemli olduğunu önceki yazılarımda da ifade etmiştim. ABD’nin  “cola”  ile yaptığını Hocaefendi dünyanın birçok yerinde hizmet veren okullarıyla yapıyor.  Büyük devlet olmanın önemli emarelerini taşıyan bu küresel hareketin öncülüğünü yapıyor…

Eyvallah…

Bunun ötesinde;

Hocaefendinin siyasi beyanatları ve tercihlerinin ıstıraplı olan taraflarına şahit olduk. En son Mavi Marmara olayında “İslam ümmetinin psikolojik olarak ittifak ettiği bir konuda” aykırı düşünce serdetmiştir.  “Otorite” olarak İsrail’i tanımıştır. Hatasız kul olmaz…

Öncesi itibarıyla Rahmetli Erbakan Hoca, her platformda Hocaefendiyi taltif etmesine rağmen, bir kere olsun Erbakan hocanın Milli Görüş hareketine destek çıkmamıştır. Rahmetli Bülent Ecevit’in Demokratik Sol Parti’sine bile destek çıktığını düşünürseniz…

Ama aynı desteği Erbakan hocanın görmeyişi, kırgınlığı da beraberinde getirmiştir.  Bırakın destek vermeyi, 28 Şubat sürecinde “Hükümeti bırakmalı, ülkeyi daha fazla germemeli” diyerek zalimlere cesaret verildi. Hadi buna da maslahata binaendir diyelim…

Cemaatte herkese gösterilen hoşgörü bir türlü siyasal İslamcılara gösterilemedi. Bir zamanlar Kanal 7 televizyonunu seyretmek veya Erbakancıların toplantılarına iştirak etmek,  hizmet yurtlarından atılma sebebi olabiliyordu…   

Buna rağmen her defasında kendileri gözetilmiştir. Hizmette yanlarında olmuşlardır. Televizyonları kurulurken Milli Görüşçülerin de büyük katkısı olmuştur. Toplanan paralar, şu anki televizyon kanallarına dönüşmüştür.  Gazeteleri çıktığında da Milli Görüşçüler abone olmuşlar, destek vermişlerdir. Ümmet olma bilinciyle hareket edilmiştir…

Her kesime, her dinin mensuplarına hoşgörü mesajları oldu, ama sıra İslamcılara gelince…

Milli Görüşçüler bu iltifattan mahrum kalıyordu. Erbakan hocanın vefatında bile 1 satırlık taziye ile geçiştirebilen cemaatin lideri, Deniz Baykal’ın seks skandalına karşı bir sayfalık aklama içeren name kamuoyuyla paylaşıldı…

Bütün olumsuzlukları bir “eziklik” olarak değil, “kardeşlik” hukukuyla söylüyorum…

Zengin sermayedar kesimle çok hoş geçindiler. Garip guraba ise aynı iltifatı kendileri görmedikleri halde onları takdir etmek ve tanıtmakla meşgul oldu. Taban adeta cemaati ve liderini “kutsadı” eleştirisi var. Bunu ben anlayabilirim ama bir başkasına nasıl izah edeceksiniz.  Yapılan her eylemi kutsamak gibi bir çaba var. Buna en bariz örnek; Türkçe olimpiyatları olmuştur. “Peygamber Türkçe olimpiyatlarına teşrif etti” denildi. Öte yandan sosyal medyada  “bu peygamber Rabia meydanına hiç niye uğramıyor” cevabı verildi.  İstismara açık      “kutsama” hatası Milli Görüş camiası içinde de yaşandı. Sonrasını herkes biliyor…  

Her ne olursa olsun “Cemaat” gelinen süreçte AK Parti döneminde her yönüyle zirve yaptı. O kadar ki…

Her tarafta kendilerini söz sahibi gördüler. Hukuk, ekonomi, eğitim vs...

Artık “Cemaat” cemaat olmaktan çıkmış, kendilerini “Camia” olarak nitelemeye başladılar. Yelpazeyi geniş tutarak bu kurumsal yapıyı ilelebet korumak adına işi bir adım daha ileri götürdüler ve “biz, dini bir cemaat değil insani bir camiayız” deyiverdiler. “Dinlerrası diyalog” tezi bu söylemle zirve yapmıştı. Bu yaklaşım cemaatin tabanında rahatsızlık verdiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin en yüksek dini otoritesi olan Diyanet İşleri Başkanı da “dinlerarası diyalog kavramının yeniden ele alınması gerektiğini” yüksek sesle söylemek zorunda kaldı…

Şimdi yıl 2013. Cemaat “kendi çizgilerine aşıp siyasete müdahil olmak gibi bir görev üslendi” deniyor.  Bazıları “devleti ele geçirmek istediler” iddiasında…

Oysa devletin işleyişinde cemaatin ve cemaatlerin rahatça hareket edebildiği bir üst yapı var. Buna rağmen devleti ele geçirmek gibi bir iddiada bulunmak…

Belki de fitnenin ta kendisi!

 Zira devlet, herhangi bir cemaatin veya ideolojik bir gurubun tekelinde işleyemeyeceğini, devlette böyle bir geleneğin olmadığını yine en iyi Hocaefendi bilir… 

Cemaat, “eskiden daima iktidarın dümenine göre hareket ederken, bu fırsatta iktidarın dümenine yön verme eğilimine girdi” deniyorsa, bunda bir özeleştiri olması gerekmez mi?

 28 Şubat sürecinde “okulları devlete devredebiliriz” dedirten bir süreçten “dershaneleri adeta dini kurum kisvesine büründü”  dedirtecek sürece girerken, bu yaklaşımın halkta nasıl inikas bulduğunu düşünüyorlar?

 Tezimizi doğrulayacak son bir gelişme oldu. Zaman Gazetesi, milletvekili Hakan Şükür’ün istifasını “kişisel bir tercih” olarak yorumlayabilirdi. Ama öyle yapmadı. Cemaatin manifestosu adeta Hakan Şükürle perçinledi. Sürmanşetten “Camia” adına tercihini ortaya koydu...

Siyaset apayrı bir kulvar olduğu için eylem ve söylemlerimizi çok daha dengede tutması icap etmez miydi?

Tarafların “milletten gol yemek” gibi bir çabası olmamalıydı… 

İster istemez AK Parti cenahı da bu istifayı kabullenmekte zorlanıyor. AK Parti, olayı “vefasızlık” olarak yorumluyor. Hocaefendinin; “biz oturup çay içtiğimiz yere bir daha uğramazsak vefasızlık addederiz” mealindeki sözü aklıma geldi. Meseleyi “vefasızlığa” indirgemek, meselenin “furuatıyla” alakalıdır. Asıl mesele “Cemaat”  “nasıl “camia” oldu!

 AK Parti  “Cemaatin, Camia olma sürecinde” cemaati engelledi mi?

Efendim 2004 yılındaki Milli Güvenlik Kurulu’nun “Fethullah Gülen gurubunun faaliyetlerine karşı alınması gereken tedbirler” başlığı altında “cemaate yönelik tedbirleri içeren” tavsiye ve “tasfiye” kararları var...

Tamam!

Hocaefendi bunu gayet güzel açıkladı. “O zamanın şartlarında yapılması gerekenleri yapmıştır” mealindeki sözleri ortada…   

Öte yandan AK Parti cenahından da o günün şartlarında bu kararın  “AK Parti’yi ve hizmet hareketini korumak” gayesiyle alındığını söylüyor…

Şu soruyu sormakta fayda var; AK Parti Cemaati bitirmek istedi de “Cemaat” nasıl oldu da “Camiaya” dönüştü?

Samimiyet burada devreye giriyor!

 Her şeyi Hocaefendiye yüklemekte haksızlık olur. Hocaefendi bu yapıda edilgen konumundadır. Öyle olmasaydı Hakan Şükür istifa etmezdi diye düşünmek istiyorum. Hocaefendinin hükümet lehinde söylediği sözleri defaatle dinledik. Gelişmeler gösteriyor ki; süreç, ya “fitne odaklarına hizmet ediyor” ya da “Hocaefenndinin sözlerinde bir tutarsızlık” var!

Ben; Hocaefendinin “fitne” ile alakalı sözlerini çok önemsiyorum. Ancak Camiadaki yapı kendi dinamikleriyle işlemiyor, olaylar Hocaefendinin dışında gelişiyor…

Bizim âcizane bir tavsiyemiz var. “Camia” mutlaka “cemaate” rucu etmeli, kendi çizgilerine dönmelidir.  Siyaset apayrı bir kulvardır. “Cemaat odaklı” bir siyaset, siyaset kurumuna da zarar verir.  Eylem ve söylemlerimizi çok daha dengede tutmamız icap eder.  

İşin ucunda “milletten gol yemek var” dedik ya! 

Dikkat edilmesi gereken bir süreçten geçiyoruz. Bu süreçten kim nemalanıyor, bunu düşünelim!

Demek ki Cemaati de kullanmak isteyenler var!

“Müslümanların birbirine karşı galip gelme” diye bir metodolojik yaklaşımı olamaz.  Her iki durumda da Müslümanlar zarar görüyor.  Orta yolu bulmak, bu çok önemli!