Nefes alma serüvenimiz boyunca, nerden geldiği belli olmayan bir ilhamın şiirinde, bir mısranın en etkileyici kelimesinde, bir kahvenin telvesinde, bir kitabın ayracında veya bir sokağın yanmayan lambasının altında buluruz kendimizi…

            Kimi zamanlar ıslanmıştır umutlarımız yahut kar dökülmüştür düşlerimizin düştüğü yollara. Bitsin isteriz bu serüven, içeriğini merak edip son sayfasına bakmak isteriz hayatın, o sayfayı zamanı gelmeden okuyamayacağımızı bildiğimiz halde…

            Bir müziğin ritmine bırakmışızdır kendimizi kimi zamanlar, kimi zamanlar da secdeye kapıldığımızdaki huzurun döşeğine uzanmışızdır. Ahh, bir de hayatın mor pembe gülümsemeleri gibi toz mavi sürüklemeleri de bırakmaz asla yakamızı. Tam umutlarını yakalamış, hedeflerine olimpiyat koşusu yaparken bir engel gelir yakalar seni, çoktan köşeye sıkıştırmıştır hayallerini.

            İşte o zaman aklına gelir ancak dua etmek. Oysa avucundan geçenleri Rabb’in önceden de duymayı beklerdi. Sadece köşeye sıkışılan zamanlarda mı hatırlamak gerekirdi kusursuz yaratanı? Sadece bir beklenti durumunda mı adını anmak düşerdi düşüncelerimizin arasına? Oysa insan sevdiğini sadece muhtaç olunca görmek, sadece müşkil zamanlar da mı sevdiği ile konuşmak isterdi? Sahi, sevgiyi yaratanı, kulunu sevgisiyle yaratıp sevgisiyle muamele edeni kulu da sevmeyi becerebilmiş miydi?  Aşkını sevdalar sevdasına sunabilmiş miydi?

            Aşk demişken, gerçekten aşk neydi? Ayn, şin, kaf harflerinin cezmleşmesimiydi? Sıradan, basit bir olay mıydı? Yoksa şedde misali sert miydi yan etkileri? Kula, Rabb’ini unutup, başkalarına kulluk ettirebilecek kadar tesirli miydi?

            Peki, aşk bu kadar etkili ise, ya aşkı yaratan? Kuluna merhametini göstermek için, kulundan af dilemesini bekleyen aşkın sahibi? O, ne kadar güzeldi acaba? Aşkı yüreğimize ilik ilik nakşeden Rab, aşkı O’na sunmamızı bizden istemez miydi? O’na aşık olmak boynumuzun borcu değil miydi?

            Bir tutam aşk çaredir aslında acılarımıza. Hani, her zaman şu dert yandığımız hayatımızın pürüzlü yüzü var ya, oraya bir tutam aşk, bir avuç dua, bir ölçek samimiyet ile yoğrulmuş bir krem sürersek pürüzden eser kalmaz. Yepyeni bir hayata başlamışızdır. Üstelik tek yan etkisi de gözlerden dökülmeyen yaşlardır.

            Aşk, bir labirenttir. Biz de labirentte yolunu bulmaya çalışan insanlar... Doğru istikamette ilerleyip, sonunda aşk alemi olan Cennet’e kavuşmakta elimizde, dünyanın süslü hayatına aldanıp hiçbir gülümsemenin olmadığı Cehennem’e varmakta…

            O yüzden, dikkatli adımlar atmalıyız hayat sahnesinde. İslam’ı bir hayat felsefesi, Kur’an-ı da yaşam biçimi haline getirmeliyiz. Çünkü, yedi kat semayı yaratıp, hala yüzde doksan beşini kavrayamadığımız varlık aleminin Rabb’i olan Allah’a ancak o şeokilde layık kullar olabiliriz.

            Artık elimizin hamuru ile günah işlerine karışmamalıyız. Bulaştırmamalıyız haramın çamurunu temiz gözlerimize. Boğamızdan ateş lokma geçmemeli. Kanmamalıyız Adem’e secde etmeyen, kibirliye…

            Pabuç bırakmamalıyız onun yardımcılarına. Silkinmeliyiz! Üstümüzdeki tembellik tozlarını silerek namaz antrenmanını günde beş defa ifa etmeliyiz. Bu anteranmandan kazandığımız maddi ve manevi güç ile de nefsimizi yenmeliyiz ödülün cennet olduğu bu güreşte…

            Evet, silkinmeliyiz!

Yeniden arşa yükseltmeliyiz yaptığımız duaları. Samimiyet teknesinde yoğurdumuz amel hamurumuzu sevap haline getirmek için gece gündüz çalışmalıyız.

            Ayrılmamalıyız İslam çizgisinden! Bizleri yıldırmamalı, kandırmamalı şeytan ve arkadaşlarının oyunları! Yazacak günah vermemeliyiz sol omzumuzdaki meleğe. Sağ omzumuzdaki melek kıskandırmalı onu.

            Nun gibi suskun, vav gibi edepli; ümmet yoluna hizmetçi, taassup zaafına bulaşmayanlardan olmalıyız. O’cu, Bu’cu, Şu’cu değil, her şeyden önce Müslüman olmalıyız. Anlayacağınız bir tutam aşk ekseninde yol almalıyız. Her gün bir fidan aşk dikmeliyiz gönül toprağımıza.      

            Rahman ve Rahim Allah adıyla. Aşk ehlinden olmamız dileklerimle…